Yazımın son kısmında ülkemizin de içinde bulunduğu kapitalizm hakkında halkın görüşlerinin de yer aldığı bir araştırmadan bahsediyorum. Çok ilginç sonuçlar, bilhassa sanki devlet aygıtı dahil çoğumuzun zikri ile fikri başka yani sözünün eri kimse yok!
Yazar Rainer Zitelmann 1957 Frankfurt Main, Almanya doğumlu, tarih ve siyaset bilimi okumuş, Profesör Freiherr von Aretin danışmanlığında hazırladığı, Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi başlıklı tezi ile “En yüksek şeref ödülü” ile doktorasını almıştır. Die Welt’in çeşitli birimlerini yönettikten sonra, 2000 yılında kendi şirketini kurmuş ve Almanya’daki gayrimenkul danışmanlık işinde piyasa lideri olmuştur. 2016da “süper zenginlerin psikolojisi” konulu teziyle ikinci doktora derecesini almıştır. Son birkaç yılda, dünyanın önde gelen çok sayıda yayın organında makaleler yazıp röportajlar vermiştir, bunlar arasında Le Monde, Le Point, Corriere della Sera, ll Giornale, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Welt, Der Spiegel, Neue Zürcher Zeitung, The Daily Telegraph, The Times, National lnterest, Forbes ile Çin ve Vietnam’da birçok medya vardır.
Yazarın, Rainer Zitelmann, sıraladığı ve kanıtlarla çürüttüğü 10 anti-kapitalist safsata şunlardır:
Ipsos MORI tarafından 2017de yapılan bir araştırmada görüşülen Çinlilerin %49una karşılık, Almanya’daki katılımcıların sadece %11i küresel düzeyde mutlak yoksulluğun azalmış olduğu kanısındaydı. Mutlak yoksulluk, zorunlu mallar ve hizmetler içeren bir sepetin maliyetine kıyasla tanımlanır. Bu mal sepetini edinemeyen herkes “mutlak” anlamda yoksul olarak kabul edilir. Kapitalizmden önce, dünyadaki insanların çoğu aşırı yoksulluk içinde yaşıyordu. 1820de dünya nüfusunun yaklaşık %90ı mutlak yoksulluk sınırları içinde yaşamaktaydı. Çin ve benzeri ülkelerde komünizmin sona ermesinden beri, yoksulluktaki azalma insanlık tarihinin daha önce hiçbir döneminde örneği görülmemiş bir hıza ulaşmıştır. Yoksulluk meselesini anlamak için tarihe bakmamız gerekir. Birçok insan küresel yoksulluk ve açlığın temel nedeninin kapitalizm olduğuna inanmaktadır. Tanınmış Fransız tarihçi Fernand Braudel, 15-18. yüzyıl arası toplumsal tarih üzerine yazdığı Civilization and Capitalism (Medeniyet ve Kapitalizm) adlı kitabında, nispeten daha iyi durumdaki Avrupa’da bile o dönemde sürekli kıtlıklar görüldüğünü yazmıştır. Pek çok insan açlık ve yoksulluğa sebep olan şeyin sanayileşme ve kentleşme olduğuna inanmaktadır. Oysa Braudel kırsalda yaşayan insanların daha büyük yoksulluk çektiğini yazmıştır. Alman iktisat tarihçisi Werner Plumpe şunu yazmaktadır: “Proletaryayı yaratan, gelişen ticaret ve sanayiler değil, ama başta kırsalda yaygın işsizlik olmasıydı… “Mesela Finlandiya’da 1696/97de büyük çaplı bir kıtlık olmuş, tahminlere göre nüfusun dörtte biri veya üçte biri ölmüştü.
Asya’da Mao Zedong’un 1976da ölümünün ardından Çin Komünist Partisi’nin kapitalizm prensiplerini devreye almaya karar vermiş olması en önemli etkiydi. Dünya tarihinde daha önce hiçbir zaman yüz milyonlarca insan bu kadar kısa bir zaman diliminde yoksulluktan kurtulup orta sınıfa yükselmemişti. O halde Çin’i örnek alarak yoksulluğun üstesinden nasıl gelinebileceği hakkında çok şey öğrenebiliriz. Çin, kendisini ekonomik başarıya taşıyacak politikaları tespit etmek çabaları esnasında delegasyonlar 50den fazla ülkeye 20 ziyaret gerçekleştirdiler. Çin hükümeti, kamu iktisadi teşekküllerine aşamalı olarak daha fazla özerklik tanımıştır. Devletin yönettiği bir sosyalist ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş yıllardır devam eden bir süreçtir ve hala tamamlanmamıştır. Bugün Çin’de ABD dışında dünyadaki tüm ülkelerden daha fazla sayıda dolar milyarderi vardır.
Araştırmalara göre düşük sosyoekonomik statüye sahip bireyler ‘performans’ deyince genellikle “işlerin belirli bir miktarının belirli bir zaman diliminde özenle tamamlanmasını anlamaktadır. Girişimciler için ise en önemli şey, iş dünyasıyla ilgili fikirlerinin kalitesi, yaratıcılıkları ve bunlarla ilgili inovasyonlarıdır. İnovasyonun ulusal ekonomiye uygulanması girişimcinin gerçek fonksiyonudur, esasen girişimsel faaliyeti oluşturan ve onu basit yönetim ile idarenin tekrar eden rutin yönlerinden ayıran şey budur. Dünyadaki en zengin insanların listesine bakacak olursanız, bunlar genellikle benzersiz bir girişim fikrine sahiptir ve çok sayıda tüketicinin buldukları ürünü talep etmeleriyle piyasada milyarlık satış rakamlarına ulaşmaktadırlar. Fikirler ve bunların zamanlaması hayati önem taşır, fikrin bizzat girişimciler tarafından geliştirilmiş olup olmamasının da aslında bir önemi yoktur. Fikrin mucidi olsalar da birçoğu yaptıkları inovasyonlardan ötürü zengin olamamıştır. Zengin olanlar, zamanın çok özel bir anında, bu tür icatların birçok insanın ihtiyacını karşılayacak ürünlere nasıl dönüştürülebileceği konusunda dahice fikirlere sahip olanlardır.
Yazarın 11 ülkede yaptırdığı bir alan araştırması çoğu insanın üst düzey yöneticilerin yüksek maaşlarını hak etmediklerine inandıklarını gösteriyor. Bu, maaşların kişinin ne kadar uzun zaman ve ne kadar sıkı çalıştığına göre belirlenmesi gerektiğini öngören egemen çalışan zihniyetini yansıtmaktadır. Katılımcılar, üst düzey yöneticilerin maaşlarının kalibresi yüksek idareciler piyasasındaki arz ve talep tarafından belirlendiğini pek anlamamaktadırlar. İşte bu “toplumsal eşitsizlik” ya da “sosyal adaletsizlik” konusundaki kızgınlığın temelini oluşturmaktadır. Ancak “toplumsal zenginliğin adil dağılımı” kavramının kendisi yanıltıcıdır. “Toplum tarafından” üretilen bir zenginlik yoktur, çünkü; daha ziyade bir toplumdaki zenginlik, bireylerin ürettiği ve mübadele ettiği şeylerin toplamıdır. Don Watkins ile Yaron Book Equal is Unfair (Eşit Adil Değildir) adlı kitaplarında İktisatçı Thomas Sowell’in “Ortada gerçekten de her nasılsa üretilmiş, daha önceden var olan, deyim yerindeyse adeta gökten inmiş bir gelir veya servet yığını olsaydı şayet, o takdirde elbette ki toplumun her bir bireyinin bundan ne kadar alması gerektiğine dair ahlaki bir soru olurdu. Oysa servet üretilir. Servetin bireylerce üretilen bir şey olduğunu aklımızda tutarsak, o zaman ekonomik eşitliğin bir ideal olduğu ve ekonomik eşitsizliği de meşrulaştırmak gerekmez.” dediğini yazıyorlar.
Evet adalet, eşitlik demek değildir. Adalet dağıtan ise çoğu zaman hak ettiğinizi göz ardı eder. Onçin bu dünyada mutlak adalete ulaşılamaz denmiştir. Bunun güzel örnekleri dinimizde, örneğin hz. Musa ve Hızır kıssasında ve hatta Nasreddin hocanın veciz fıkralarında vardır. (https://ilkadimdergisi.net/arsiv/yazi/kapak-hz-musa-aleyhisselam-ve-hz-hizir-aleyhisselam-kissasi-3053)
Çalışanların kurumlarından beklentisi hep adaletin sağlanmasıdır. Ama ne yazık ki bu imkansızdır. Bu ancak kurumun var olduğu devletin yasama organı ile olabilir. Zira kanunların uygulayıcısı veya yargılayıcı olmak bir kurumun yetki ve sorumluluğunu aşmaktadır. Ama tabii ki kurumlarda “ADİL SÜREÇ” uygulanır ve herkese adil davranılır, şans verilirse ve gerektiğinde yargılamadan “yargıya” başvurulursa bence kurum sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Ayrıca kurum içi uygulamalar için etik kurul ve disiplin kurulları da vardır. Ama şunu da belirtmek lazım bu kurullar sadece kurum içi çalışma hayatı ve kurumun gayesi ile sınırlıdır. Birçok kişinin kurumdan ayrıldıktan sonra yaptıkları başvurular değerlendirilememektedir.
Genel bir değerlendirme yapılırsa, aralarındaki önemli farklılıkları dikkate almaksızın gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkelerden katılımcıları bir havuzda toplarsak, daha fazla eşitsizlik daha fazla mutluluk ile irtibatlıdır. Bilim adamları bunu “umut faktörü” ile açıklamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde insanlar eşitsizliği çoğunlukla kendi durumlarını iyileştirmek için bir özendirici faktör olarak görmektedir. Diğer taraftan iktisat dalında Nobel Ödülü kazanmış olan Angus Deaton eşitsizliğin her zaman ilerlemeye eşlik ettiğini ileri sürmektedir.
Ancak Walter Scheidel’in yaptığı analizler toplam 26 ülkeden oluşan bir örneklemde eşitsizliğin artmakta olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Ama bunun sebepleri:
Bizde sık rastlanan bir başka durum da, hoşnutsuz kişinin hem müşteki, hem savcı, hem hakim olduğu durumdur ki ben bunu “şakilik” olarak tanımlıyorum. Mesela, ücretini düşük bulan kişi, bu konuda bir ilerleme sağlanmayınca, “ben de bu kadar çalışırım o halde” diyerek pasif direnişe geçmekte hatta işleri sabote etmektedir. Bu hiç adil olmadığı gibi kanunsuz grevden bile kötüdür. Böyle davranışlar çoğalır veya haklı görülürse, kanuni otorite ve devlet düzeni zaman içinde yok olur ve anarşi çıkar.
Kapitalizm ve küreselleşmenin popüler eleştirmeni Naomi Klein, başlangıçta iklim değişikliğine yönelik özel bir ilgisi olmasa da, yeni bir tür iklim hareketinin serbest ticarete karşı verilen mücadeleyi tamamlamasını umut ederek iklim dostu nükleer enerji gibi etkin çözümleri kapitalizm çerçevesinde gördüğü için reddetmektedir. Halbuki kapitalist olmayan ülkelerde, çevre kirliliği kapitalist ülkelerdekinden çok daha ciddi bir problem olagelmiştir. Örneğin Çernobil nükleer faciası veya Çin’de yükselen karbon yoğunluğu veya Doğu Almanya’daki ağır kirlilik.
Demateryalizasyon çağında iktisadi büyüme ile artan kaynak tüketimi arasındaki korelasyon giderek bugüne değin hiç olmadığı kadar daha zayıf hale gelmektedir. Çünkü şirketler sürekli olarak üretimi daha etkin yani daha az hammadde ile yapmanın yollarını aramaktadır. Bill Gates nükleer güç lehine “Her yerde 7/24 kullanabileceğimiz yegane karbonsuz enerji kaynağıdır.” demiştir. 2021 EPI raporunda da Almanya’nın nükleer enerjiye son verme programının çevre performansına zarar verebileceği görüşü sunulmuştur. İklim aktivistlerinin çoğu için çevrecilik kapitalizme karşı verdikleri mücadelenin bahanesidir.
Halbuki çevre konusunun çözümü bizim bireysel sorumluluğumuz olduğunun kabulünde yatmaktadır.
Antikapitalistler sürekli kapitalizmin nihai çöküşüne yol açacak büyük krizin patlamasını beklemektedir. 2008 krizi veya Pandemi’de bunu ummuşlardır. Ama Covid Salgını kapitalist ekonomi sisteminin yapısıyla ilişkisi olmayan dışsal bir şokun sonucuydu. Yazar iki tür kriz arasında bir ayrım yapmaktadır: Bir normal ekonomik döngülerin sonucu olan krizler, bir de yapısal zayıflıklardan, özellikle de devlet ile ekonomi arasındaki ilişkideki zaaflardan kaynaklananlar. Bugün en büyük problem, bu ikinci tür krizlerdir. Normal ekonomik krizlerde bekleyip sistemin kendi kendini onaran güçlerine güvenmek en iyisidir. En azından ekonomik teşvik programları, hükümet müdahalesi ve para basmaktan iyidir; çünkü bunların kısa vadede iyi de olsa uzun vadede istenmeyen yan etkileri olacaktır. Ekonomik toparlanmayı geciktirecektir, uzun dönemde ekonomik büyümeyi yavaşlatacaktır. Ancak kökü derinlerde yatan yapısal nedenlerden kaynaklı ciddi krizlerde, kararlı özelleştirmeler, vergi indirimleri ve deregülasyon üzerinden piyasa güçlerine daha fazla alan açmak gerekir.
Bugün en büyük sorun kapitalizmin krizlere yol açması değil, devletin ve merkez bankalarının krizlere müdahalesidir. Alman ekonomist ve liberteryen düşünür Roland Baader şöyle diyor: “Merkez bankaları, planlı bir ekonominin ilkelerine göre hareket edip de, felakete sebep olan araçların aynısıyla krizle mücadele etmeye kalkışınca, kriz sadece öteIenmiş ve azdırılmış olur; bu araçlar ise daha da düşük faiz oranları ile daha da fazla para ve kredi arzıdır. Bu, üretim yapısındaki dengesizliklerin giderilmesini önleyip daha büyük dengesizlikler ilave eder.”
Bu egemen anlayışa yazar üç tezle karşı çıkmaktadır:
Zenginlerin etkisini sınırlamak isteyenler, her şeyden önce devletin ve siyasi sınıfın gücünü sınırlamalıdır. Ne de olsa, zenginlerin nüfuz elde etmeye ya da politikacılara rüşvet vermeye çabalaması, yalnızca devletin iktisadi kaynakların dağıtımı konusundaki kontrolünü güçlendirdiği zaman daha muhtemel hale gelir. Para ile siyaset arasındaki ilişki, servetin büyük ölçüde girişimci fikirlere değil de siyasi nüfuza, iktidar kaldıracına erişime ve yolsuzluğa dayandığı ülkelerde özellikle sorundur.
Sanırsam bu fikir bizim ülkemizde geçerli değildir veya zenginlerimiz genellikle hep dindar ve muhafazakardır. Zira yakın tarihimizde sadece Ecevit iktidarı bir Tüsiad muhtırası yemişti.
Tamamen yeni ürünler ve piyasalar geliştirmek, yerleşik piyasalarda faaliyet göstermekten çok farklı riskler ve faaliyetler içerir. Girişimcilerin bu riskleri göze alması ancak normal kar marjlarının epey üzerinde kar umudu olduğu zaman gerçekleşir.
Tekellerin dezavantajları vardır:
Ancak bunlar günümüzde artık her şirket için geçerli değildir. Örneğin tekel olan şirketler bugün olağanüstü inovatiftir. Amazon, Facebook, Google gibi. Bu tarz şirketlerin teknolojik inovasyonlar ve yeni rakiplerin ortaya çıkması nedeniyle tekel pozisyonunu hızla kaybetmesi de mümkündür. Amazon, Google, Netflix, Apple gibi şirketler bugün artık bir moligopoldür. Artan sayıda alanda aktif olup, bir sürü pazar segmentinde birbirleriyle ve başka ciddi rakiplerle rekabet halindedir. Bunun yanı sıra tekeller insanların sandığından çok daha az kalıcı olma eğilimindedir. 2019 yılında Big Business (Büyük İşletmeler) kitabından Tyler Cowen’ın yazdığına göre, son on yıllarda ABD’de tekel oldukları gerekçesiyle eleştirilere maruz kalan Kodak, IBM, Microsoft, Palm, Blackberry, Yahoo, AOL, DEC, General Motors ve Ford’dan yalnızca Microsoft halen dominanttır.
Sonuçta tüketiciler için daha değerli olan ürünler daha az değerli olanlara karşı üstündür. Rekabet tekel yaratır, çünkü en iyi olan üstün gelir.
Bir de özel sektör tekellerine eleştiri getirenler, kamu tekellerini kabul eder ve haklı görür. Bilakis en tehlikeli tekel kamu tekelidir. Devlet korumacı tarifeleriyle, imtiyazlı monopoller yaratan düzenlemeleriyle, yüzlerce mesleğe girişi zorlaştıran mesleki lisanslama düzenlemeleriyle ve antitröst düzenlemesinin bizzat kendisi ile gerçek tekeli yaratır.
Velhasıl bugün baktığımızda tam rekabetçi serbest piyasanın bir hayal olduğu görülmektedir. Gelişmiş ülkelerde veya herhangi bir ülkedeki gelişmiş sektörlerde oligopolistik (az sayıda satıcının bir çok alıcı ile karşı karşıya bulunduğu pazar) bir yapı vardır.
Kar kelimesini insanlar açgözlülük ve başka adi dürtülerle irtibatlandırırlar. Karlarını maksimize etmekte başarısız olan şirketler, aslında, antisosyal biçimde hareket etmektedirler, özellikle işlerini tehlikeye attıkları kendi çalışanlarına karşı.
Kapitalizmin temeli açgözlülük değil empatidir. Oysa sosyalist sistemlerde tüketiciler çaresiz bir şekilde devlete ait, iflas etmesi mümkün olmayan, eylemlerinin ekonomik ya da yasal sonuçlarına katlanmayan kamu girişimlerinin insafına kalmışlardır.
İngiliz iktisatçı Paul Collier kapitalizmin nasıl reforme edilmesi gerektiğine dair önerilerini sunarken 1987 tarihli Wall Street filminde Gordon Gekko’nun meşhur sözü “açgözlülük iyidir”in modern kapitalizmin düsturu olduğunu söyler. Karşı önerilerinden biri kamu yararının yönetim kurulunda doğrudan temsil edilmesidir. Yani her girişimci kararı sürdürülebilirlik, iklim değişikliği ve cinsiyet açısından kamu yararı ile uyumlu olmalı ve vatandaşlar polis rolü üstlenmelidir. Ancak bu fikirlerin piyasa ekonomisi ile ilgisi yoktur. Totaliter sistemlere benzemektedir. Totaliter sistemler “ben”i bastırmaya çalışır “biz”e yönelirler, nasyonel sosyalist Hitler, Lenin, Stalin, Mao gibi liderler bunun örnekleridir. Birçoğumuz için sistemin kendilerine peşinden koşulacak amacı dikte etmesi kolay yaşam felsefesi için tercih sebebidir. Sosyalist devletler sınıfsız bir toplum; her bireyin topluluk içinde hangi rolü oynaması gerektiğine dair benzer kesin talimatlar sunarlar. Klasik liberalizm ise hayatın anlamı bağlamında bütün vatandaşlar için ne devletin ne de ekonominin bağlayıcı bir karar alamayacağı prensibi üzerine inşa edilmiştir. Her kişi kendi tercihini yapmakta özgürdür. Yani devlet ne Almanya’daki gibi BABA ne de Rusya’daki gibi ANNEdir.
Açgözlülük ahlaki bir sorundur. Para kazanmak isteyen kişi orta yolu benimsemelidir. Kapitalizmin temeli açgözlülük değil empatidir. Sosyalist sistemlerde ise tüketiciler çaresiz bir şekilde devlete ait, iflas etmesi mümkün olmayan, eylemlerinin ekonomik ya da yasal sonuçlarına katlanmayan girişimlerin insafına kalmış durumdadır.
Safsata 8: Kapitalizm İnsanları Ayartıp İhtiyaçları Olmayan Ürünleri Satın Aldırır
Kapitalizm sizin veya benim işe yaramaz diye nitelediğimiz bir sürü ürün üretir; ancak insanların neye ihtiyaç duyup neye duymadıklarına kendilerinin karar vermelerine imkan tanıması yönüyle özgür ve demokratik bir sistemdir.
Ancak Alman kültürel bilimci Thomas Hecken, satın alıcıların “gerçek ihtiyaçları”nın göz ardı edilerek, “sahte ihtiyaçlar”ın kapitalist Piyasa tarafından yapay biçimde ve manipüle edilerek yaratılması görüşünü gayet yerinde bir şekilde, “hayli manipülatif bir söylem girişimi” olarak eleştirmektedir:
Tüketimin antikapitalist eleştirmenleri reklamın bütün biçimlerini reddeder. Elbette reklam manipüle edebilir ve etmelidir. Ancak bu kesinlikle eleştirmenlerin söylediği kadar kadiri mutlak ve sinsi değildir, bilakis çoğunlukla etkisizdir.
Tüketim eleştirilerinin biri de “modası geçme” olarak anılan şeydir. Sorunu büyütmek için teknik demode olmak ve psikolojik modası geçmek kavramları bilinçli olarak karıştırılır. Anti-kapitalistler iş dünyasının sistematik bir şekilde “planlı modası geçme” stratejisi izledikleri yani ürünleri özellikle çabuk kırılacak şekilde ürettiklerine dair bir komplo teorisinden söz eder. Ancak her şirket bilir ki, bu tür uygulamalardan ötürü afişe edilmek kendilerini medyada ve internette dillere düşürür, bu da onların marka değerine ve hisse fiyatına zarar verir. Kapitalist sistemde son sözü müşteri söyler, üstelik bir şirket açısından tüketicinin bu tür uygulamadan ötürü şirketi cezalandırma riski, bunlardan elde edilebilecek herhangi bir kısa dönemli kardan daha yüksektir.
Sonuçta, dünyayı ıslah edip insanları kurtarmak isteyen ve bu süreçte onlara nihayetsiz ıstırap çektiren Hitler, Mao gibi zalim liderler olduğu gibi, “maddeci”, kar peşinde koşarlarken milyonlarca insanın hayatını iyileştirmiş olan girişimciler de vardır.
İnsanları eğitmeden kanaatkar olmalarını ummak beyhudedir. İnsan ne kadar çok zengin olsa da yine daha çok ister. Bunu Yaradan söylüyor, Allah korusun.
Her şeyden önce, savaşlar kapitalizm öncesinde yani 19. yüzyıl öncesinde çok daha yaygındı. Kapitalizmden sonra savaşların frekansları azalmıştır.
Ülkelerin savaşa girmesinin bir çok nedeni olabilir; iktisadi, jeopolitik nedenler, diplomatik tehditler, yöneticilerin ihtirası ve din. Ancak savaşların ülke ekonomisine faydası yoktur. Örneğin 1.Dünya Savaşı dünya pazarlarına bile açılmış olan Alman sanayisine zarar vermiştir. Şirketler askeri çatışmalarda taraf olup büyük paralar kazanabilir, ama bu her sistemde olabilir. Sonuç olarak kapitalizm yabancı toprakları fethetmenin iktisadi önemini ve beraberinde getirdiği kazançlara gereksinimi azaltmıştır. 2.Dünya Savaşı’nda Hitler ticaret alanının daralmasından dolayı savaşarak ilave Yaşam Alanı (Lebensraum) ele geçirmek istemiştir. Ama artık günümüzde modern ekonomilerde kaynakların karşılıklı ticaret yoluyla elde edilmesi mümkündür, ulusların zenginleşmeleri için başkalarının topraklarının fethi gerekmez. Aslında serbest piyasa ve kapitalizm barışa yol açmaz, bilakis barış kapitalizme ve ekonomik gelişmeye neden olur.
Savaşların gerçek nedeni çıkar çatışmasıdır.
Marksistlerin görüşüne göre, kapitalistler “faşist diktatörlük” yoluyla egemenliklerini sağlamaya çalışır. Bugün dahi Hitler’in ancak büyük şirketlerin parası ile desteklendiği için iktidara geldiğine inanılmaktadır. Oysa bu yanlıştır, bir efsanedir. Başlangıçta büyük şirketler Nazi karşıtlarını desteklemişti. 30 Ocak 1933de Hitler iktidar olunca oportünist iş dünyası Hitler rejimine meyletti. Hitler iktidara geldiğinde radikal programını yumuşatacağına dair inançları, tam bir yanılgıydı. Siyasi güç, iktidarda sınırsız güç haline gelebiliyor.
28 Şubat günleriydi, bir paşa bana o zaman İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Beyi tanıyıp tanımadığımı sormuştu da, ben de hayretle paşam onu kim tanımaz, ben İstanbulluyum, tanırım ve desteklerim. Zaten bir işadamı olarak “seçilmişler ve idareyi” tanımak ve desteklemek bizden beklenen en doğal şeydir, demiştim.
Anti-kapitalistlerin yaptığı en büyük yanlış, kafalarında mükemmel bir sosyal ve ekonomik düzen yaratmaları, sonra da bu kurgunun gerçek hayatta uygulanabileceğine inanmalarıdır. Bunun aksine, kapitalizm entellektüellerin uydurduğu bir sistem değildir, organik olarak zaman içinde gelişmiş bir ekonomik düzendir. Kurumlardan başarılı olan ayakta kalır. Sistem sürekli değişir ve uyum sağlar. Marx’a dayanan bütün sosyalist sistemler Sovyetler Birliği, Çin, Yugoslavya, Doğu Almanya, Kuzey Kore, Arnavutluk istisnasız başarısız olmuştur. Farklılıkları da olsa sosyalist sistemlerin ortak noktası, ne üretileceğine girişimcilerin karar vermemesi ve fiyatların piyasada tespit edilmesi yerine devletin güdümünde bir ekonominin olmasıdır. Bunu farkeden ve coğrafi şartları sayesinde ayakta kalmış olabilen komünist devletler kapitalizme yönelmişlerdir, mesela Çin, Rusya.
Ekonomik özgürlüğün ortadan kaldırılması sonucunda devlet gücünün etki alanı genişler, zira siyaset ve bürokrasi artık sadece siyasi kararlar almakla sınırlandırılmış değildir, ekonomik kararlara da karışmaktadır. Kapitalist ülkelerde siyasi elitlerin yanında güç ve nüfuz sahibi ekonomik
bir elit tabaka varken, devlet güdümlü bir ekonomide bütün alanlara hakim layusel* tek bir elit tabakanın varlığı söz konusudur. (*hesap sorulamaz)
Elbette ki, özgürlük ile sosyalizmin bir arada var olduğu sistemler hayal etmek mümkündür. Dahası, en iyi ihtimalle geçici bir süre, bunların bir arada var olması mümkün de olabilir, mesela Britanya ve İsveç’in 1970lerde ‘demokratik sosyalizm’ ile flörtü olmuştu. İngiliz İşçi Partisi, devlet için her zamankinden daha büyük bir rol talep etmiştir. Ama sonra sosyalistlerin muhalifleri Büyük Britanya ve İsveç’te çoğunlukları kendilerine oy vermeye ikna ettiler ve vergi indirimleri, özelleştirmeler ve deregülasyonlar ile devletin ekonomi üzerindeki gücünü azaltan kapitalist reformları yürürlüğe koydular.
Yazar Türkiye’de yaşayan insanların kapitalizm hakkında ne düşündükleri üzerine rakamlar ve grafikleri toplam 32 ülkede yapılan bir araştırmanın sonuçlarına dayanarak sunmuş; kitap basıldığı her ülkede o ülkeye ait sonuçları raporluyor. Allensbach Enstitüsü ve Ipsos MORI ile birlikte, kapitalizm üzerine daha fazla ayrıntı görebilmek için 32 ülkeyi kapsayan uluslararası bir araştırma tasarlamıştır. Araştırma Haziran 2021 ile Kasım 2022 arasında toplam 32 ülkede gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de Ipsos MORI bin kişilik bir örneklem üzerinden araştırma yapmıştır. Araştırmanın tamamına toplam 32.894 kişi katılmıştır.
Bu çalışma kapitalizm konusunda yapılmış birçok çalışmadan soruların ayrıntı düzeyi ve kullandığı yöntem açısından farklılaşmaktadır:
Ekonomik Özgürlük konusundaki sorular kümesinde ‘kapitalizm’ kelimesi kullanılmamıştır. Örnek:Piyasalar birçok kez başarısız olduğu için ekonomide çok daha fazla devlet müdahalesine ihtiyacımız var. Devletin kuralları belirlediği, ancak ideal olarak başka hiçbir şekilde müdahale etmediği bir ekonomik sistemden yanayım.
Diğer iki set soruda ‘kapitalizm’ terimi kullanılmıştır. İlk olarak, kapitalizm sözcüğünün tam olarak neyle irtibatlandırıldığı sorulmuştur.
En önemli soru kümesi ise üçüncüsüdür. Her katılımcının dikkatine kapitalizm hakkında 18 ifade sunulur. Negatif ifadeler, “kapitalizm açlık ve yoksulluğun sorumlusudur”; Pozitif ifadeler, “kapitalizm birçok ülkede sıradan insanlar için daha iyi koşullar sağlamıştır”.
Araştırma yapılan bütün ülkelerde Rusya ile Şili istisna, kapitalist ekonomik sistem ‘kapitalizm’ kelimesi kullanılmaksızın tarif edildiğinde kapitalizme onay verme ciddi ölçüde artmakta ya da kapitalizmin reddi azalmaktadır.
Türkiye’de ise kapitalizm kelimesi kullanılmadığı zaman bile insanların kapitalizm hakkındaki kanaati olumsuzdur; ancak bu durumda kapitalizmi reddiye derecesi, kapitalizm kelimesi kullanıldığı durumdaki reddiyeleri kadar güçlü değildir.
En yüksek oranda tasvip gören iki ifade açıkça ekonomiye devlet müdahalesini savunmaktadır. Katılımcıların %53ü şu ifadeyi desteklemektedir: Devlet kira ve gıda fiyatlarının yanı sıra, asgari ve azami ücretleri de belirlemelidir; aksi takdirde sistem toplumsal açıdan adaletsiz olur. %45 de şuna inanmaktadır: Bir ekonomik sistemde sosyal adalet ekonomik özgürlükten daha önemlidir.
Bu yargı sahipleri arasında yaş grupları, cinsiyet ve eğitime göre fark yoktur. Ayda 9 binTLden az geliri olan düşük gelirliler, güçlü bir devletten yanadır ve yine ayda 30 binTLden fazla geliri olan yüksek gelirliler bile devletçi görüşe destek vermektedir.
Türkiye’de, diğer ülkelerdeki piyasa yanlısı ılımlı sağcı katılımcıların aksine, siyasi yelpazenin neresinde oldukları fark etmeksizin piyasa ekonomisine yönelik kuşkuculuk hakimdir.
Araştırmaya Türkiye’den katılanlar, kapitalizm kelimesi ile negatif şeyleri ilişkilendirmektedir. Açgözlülük, kayıtdışılık, yolsuzluk gibi negatif terimlerin ortalama işaretlenmesi %73tür. Aksine, refah, ilerleme, yenilik ve özgürlük gibi pozitif terimler ortalama %53’lük bir destek görmüştür. Negatif ilişkilendirme hem düşük hem yüksek gelir gruplarında hakimdir.
Türkiye’de sağ kanat katılımcılar arasında bile “kapitalizm” ilişkilendirilmesi pozitif değildir, ortadadır.
Katılımcılara kapitalizm hakkında 10u negatif, 8i de pozitif olmak üzere toplam 18 ifade takdim edilmiştir. Çoğunlukla işaretlenen 10u, negatif ifadeler olmuştur. Örneğin, Türk katılımcıların %59u “kapitalizm eşitsizliğin artmasına yol açar” derken, yüzde 58i “kapitalizm zenginlerin egemen olduğu bir sistemdir, siyasi gündemi bu kişiler belirler, %57si de kapitalizm bencilliği ve açgözlülüğü teşvik eder, diyor; %50si kapitalizm açlık ve yoksulluktan sorumludur, %48i kapitalizm savaşlara yol açar, diye düşünüyor.
Araştırma bulguları çok açık olarak Türkiye’de popüler görüş anti-kapitalizmdir, diyor.
Her iki yargıyı benimseyenler komplocu bir zihniyete sahip kişiler olarak tanımlanmıştır. Ayrıca katılımcıların kapitalizme dair 18 sorudan 6sına verdikleri cevaplara dayanarak bir anti-kapitalizm ölçeği oluşturulmuştur. Kapitalizme karşı olan katılımcılar, kapitalizme taraftar olan katılımcılara kıyasla, yukarıda belirtilen ifadelere önemli ölçüde katılmaktadırlar.
Türkiye için Genel Değerlendirme Katsayısı 0,55 devlet müdahalesine destek şeklindedir. Toplam 32 ülkenin yalnızca 6sında yani Polonya, ABD, Çekya, Japonya, Güney Kore ve İsveç’te, ekonomik özgürlüğe yönelik pozitif bir tutum açıkça hakimdir. “Kapitalizm” sözcüğü dahil edilince İsveç saf dışı kalıyor ve ülke sayısı 5te kalmaktadır.
Araştırmanın genel sonuçlarına göre, kapitalizme dair rahatsızlık veren yargılar:
Anti-kapitalizm siyasi yelpazenin solunda bulunanlarda en göze çarpar durumdayken, en ateşli prokapitalistler ortanın sağında, merkezde bulunmaktadır. Ülkelerin büyük çoğunluğunda kapitalizme yönelik tutumda yaş etkilidir. Birçok ülkede, genç katılımcılar, kapitalizme yaşlı katılımcılardan daha eleştirel bakmaktadırlar. Ülkelerin çoğunda aradaki bu fark küçüktür. Bunun en önemli istisnası ABD olup, bu ülkede 30 yaş altı katılımcılar kapitalizme karşı nötr ile negatif arasında değişen bir tutum içindeyken, 60 yaş üzeri katılımcılar belirgin biçimde kapitalizm yanlısıdırlar. Ülkelerin büyük çoğunluğunda düşük gelirliler antikapitalist veya en iyi ihtimalle, nötr iken, yüksek gelirliler kapitalizm yanlısı veya kapitalizme karşı daha az eleştireldir. Ancak bazı ülkelerde aradaki farklılıklar çok küçüktür; örneğin Büyük Britanya ve Türkiye için bu durum geçerlidir. Aksine Bulgaristan, İspanya, İsveç ve İsviçre’de gelir grupları arasındaki görüş farklılıkları çok daha büyüktür.
Güney Kore, Vietnam, Arnavutluk, Pakistan ve Rusya dışındaki bütün ülkelerde erkekler kapitalizme karşı kadınlardan daha olumlu veya daha az eleştirel bir tutum içindedirler. Ama bazı ülkelerde, kapitalizme yönelik tutumlarda cinsiyet önemli bir rol oynamaktadır. Polonya, Bulgaristan, Brezilya, Şili, Çekya, İsveç, Portekiz ve İspanya’da, erkekler kapitalizme karşı kadınlardan ciddi ölçüde daha olumlu bir yaklaşım içindedir. Öteki ülkelerde ise erkek ve kadınlar arasında belirgin bir fark yoktur; mesela Güney Kore’de kapitalizm hakkında erkekler ile kadınlar aynı derecede olumlu düşünmektedir. 32 ülkenin 24ünde, temel eğitim görmüş insanlar ile yüksek eğitim görmüş insanlar arasındaki farklılıklar aynı yöndedir. Yüksek eğitimli katılımcılar, temel eğitim almışlara kıyasla kapitalizme daha sıcak veya daha az negatif bakmaktadır. Bu bulgu Güney Kore, Vietnam, Polonya, Karadağ, Slovakya ve Türkiye hariç bütün ülkeler için geçerlidir. Fark Arjantin’de gözle görülür şekilde daha belirgin olup, bu ülkede düşük eğitimli katılımcılar kapitalizme karşı tarafsız ile hafifçe negatif arası tutuma sahiplerken, yüksek düzeyde eğitim almış olanlar kapitalizme karşı son derece güçlü olumlu tutumlara sahiptirler. Tek istisnası Arnavutluk olmak üzere, bütün ülkelerde antikapitalistlerin komplocu düşünmeye taraftar olmasının prokapitalistlere oranla çok daha yüksek olduğu bulunmuştır. Yapılan analizde, antikapitalist tutumlar ile komplocu düşünme arasında sıkı bir korelasyon vardır. Araştırma yapılan 32 ülkenin neredeyse hepsinde, antikapitalistler komplocu düşünmeye prokapitalistlerden daha yatkındırlar.
Sonuç olarak, anti-kapitalizm akıl düzleminde temellendirilemiyor. Esas itibariyle duygulara dayalı bir reddetme ile karşı karşıyayız. Bu mevcut düzene karşı bir protesto duygusudur ve önayak olanlar entelektüel elitlerdir. İlk defa Amerikan siyaset bilimci Eric Voegel’in dediği gibi, bir din haline gelen Anti-kapitalizm bir yandan zenginlere karşı duyulan kıskançlık duygularını tatmin ederken, aynı zamanda kişisel başarısızlığı psikologların dışsal kontrol odağı olarak tanımladıkları tutum anlamında yapısal soruna dönüştürür. Kapitalizm, bu görüşe göre yalnızca dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi olmakla kalmamakta, aynı zamanda herkesin kişisel sorunları ve nevrozlarının da kaynağı olmaktadır. Antikapitalistlerin vaatlerine göre, bu nedenle bütün kötülüklerden kurtulmak sadece öbür dünyada cennette gerçekleşecek bir şey değildir; üretim araçlarının özel mülkiyetinin lağvedileceği bir toplumda cennet gibi olacaktır.
Ancak kapitalizmin iddiası sadece mümkün olduğu kadar çok sayıda insana iyi bir yaşam temin etmek üzere “makul fiyatlardan yeterli miktarda mal ve hizmet temin edebilmek“ için insanların iktisadi ilişkilerini nasıl organize edebileceği sorusuna bir cevap sunmaktır. Kapitalizm insanlara hayatın anlamını sunmaz, böyle bir iddiası yoktur. Ne eşitsizliğin ortadan kaldırılacağını vaat eder, ne de bütün dünyevi sorunların çözüleceğini, ütopyacı değildir. Son yüzyıl boyunca her bir antikapitalist deneyi başarısız olmuştur. Dolayısıyla yazarın önerdiği tek iyileştirici düzenleme devletin, sosyal ve ekonomik işlerden bugün olduğundan daha fazla elini çekmesidir. Kapitalizm sorun değil, çözümdür.
Bir itirafta bulunmalıyım. İELde okurken din dersi öğretmenimiz ve müdür yardımcısı rahmetli Ahmet Güneş bey, Liberalizm* iyi bir sistemdir, demişti de anlamamış, küçümsemiştim.
*Herkese vicdan, inanç, düşünce özgürlüğü tanınmasının gerekli olduğunu savunan, özgür düşünceye bağlı dünya görüşüdür. Ekonomide ise; bireyin özgür olmasını ve ekonomik güçler arasında özgür yarışmayı, devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere karışmamasını isteyen siyasal ve ekonomik öğreti kastedilir.
Araştırmaya gelince, verilen cevaplar üzerinde düşünmeye değer. Toplam 32 ülkenin sadece 7si “prokapitalist” yani kapitalizm taraftarı çıkmıştır. Buna karşılık araştırmanın yapıldığı ülkelerin 9u kapitalizm karşısında nötr bir tavır takınırken ya da açık bir tarafgirlik veya düşmanlık sergilemezken, 32 ülke içinde 16 ülke, başka bir deyişle alan araştırmasına konu ülkelerin %50si antikapitalist tutumuyla öne çıkmıştır. 32 ülkenin 31inde kapitalizmin zenginlerin egemen olduğu bir sistem olup siyasi gündemi onların belirlediği, 29unda kapitalizmin eşitsizliği artırdığı, 28inde kapitalizmin bencilliği ve açgözlülüğü teşvik ettiği, 25inde kapitalizmin tekelleşmeye yol açtığı iddiası genel kabul görmüş, en fazla onaylanan ilk beş iddia arasında yer almıştır.
Dünyada en kapitalizm yanlısı ülke olarak, bir eski komünist ülke olan Polonya öne çıkarken; en antikapitalist ülkeler arasında ise Türkiye’den sonra Bosna Hersek ve Rusya gelmektedir. Araştırmanın en ilginç, kayda değer sonuçlarından biri de, antikapitalist tutumlar ile komplo teorilerine inanma eğilimi arasında tespit edilen yüksek pozitif ilişkidir. Başka bir deyişle, gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de kararlı bir şekilde antikapitalist tutum sergileyen insanlar arasında komplo teorilerine inanma ya da komplocu düşünme eğilimi sistematik bir şekilde daha yüksektir.
Halbuki biz kapitalist ekonomik düzene sahip bir ülkeyiz; ekonomi idaremiz oldukça liberal. Tabii kanun ve yönetmeliklere bağlı olarak söylüyorum bunu, fiiliyatta istisnalar vardır. Mesela bütün dünyada da bizde olduğu gibi çeşitli mülahazalarla özelleştirmelere müdahale söz konusudur. Ama araştırmadan elde edilen veriler ışığında Türkiye’de kadın/erkek, sağcı/solcu/merkez, zengin/fakir, eğitimli/eğitimsiz tümümüz çoğunlukla antikapitalist bulunmuştur. Bunun düşünsel bir sebebi olsa gerekir. Acaba her devirde devletin babamız olması ve bizim padişahın kullarından şimdilerde büyük bir aileye terfimiz olabilir mi? Halk her devirde kaderci bir yaklaşımla refah sorumluluğunu devlete bırakmış görünüyor. Biz Türkler, insanlık tarihinde en köklü devlet geleneğine sahip milletlerden birisiyiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni halkı Müslüman olan diğer ülkelerden farklı kılan hususların başında bu devlet geleneği, devlet ebed müddet yargısı geliyor. Aslında Osmanlı’nın kuruluş devrinden itibaren adalet, hukuk ve doğruluk ile “Hakk’ın Yolu” kavramları halka eşit, adil bir toplum fikrini empoze etmiş, devlete güveni ve devleti bireysel kimliğin üzerinde tutma fikrini aşılamıştır. Doğu kültürünün aşıladığı “öğrenilmiş çaresizlik” de etkili bir unsur olabilir. Bu durumda halk aslında kendi başarıları ile bir fark yaratamayacağını, sadece devlet yardımı ve yönetimi altında güvenli bir hayatı olabileceğini içselleştirmiştir.
Çin izlenimlerimi hatırladım. Bu ülke komünist partinin yönettiği, ancak piyasa ekonomisinin uygulandığı ilginç bir örnek. Benim için Çin’in toparlanmaktaki başarısı aslında yazarın yorumlarını doğrulayan en önemli gözlemim.